9 Ocak 2012 Pazartesi

Ahmed Arif testi

"Bir yiğit şairse, üstelik bir de devrimciyse elbette yaşadığını yazar. 'Yaşadığı' ise salt kendi ömrü değil, yaşama kavgası ve sevdasıyla, acıları, ağıtları, türküleriyle bir yanı geçmiş yüzyılların karanlığına, bir yanı geleceğin aydın sonsuzluğuna uzanan halkın ta kendisi olmalıdır." diyen şairimiz Ahmed Arif'i ne kadar tanıyorsunuz?
1) Şairin hayatta iken yayımlanan ve altmışın üzerinde baskı yapan tek şiir kitabının adı aşağıdakilerden hangisidir?
a-Otuz Üç Kurşun
b-Adiloş Bebe
c-Hasretinden Prangalar Eskittim
d-Anadolu


2) Hangi dize ona ait değildir? 
a-üşüyorum, kapama gözlerini...
b-terk etmedi sevdan beni
c-hani kurşun sıksan geçmez geceden
d-kimi insan ezbere sayar yıldızların adını/ ben hasretlerin


3) Ankara Üniversitesi’nin hangi bölümünde okurken iki kez tutuklanıp cezaevine girince yarıda bırakmıştır? 
a-Felsefe
b-Türk Dili ve Edebiyatı
c-Tarih
d-Sosyoloji


4) Halk dilinin türküleri, masallar ve ağıtlardan beslendiğini dile getiren Ahmed Arif, hangi akım içinde yer almıştır? 
a-İkinci yeni
b-Toplumcu gerçekçi
c-Garip
d-Fütürizm


5) 1943 yılında Van’ın Özalp ilçesinde kaçakçılık yaptıkları gerekçesiyle gözaltına alınan bazı köylülerin kurşuna dizilmesi olayını anlattığı şiiri hangisidir? 
a-Diyarbekir Kalesinden Notlar ve Adiloş Bebenin Ninnisi
b-Uy Havar!
c-Otuz Üç Kurşun
d-Akşam Erken İner Mahpushaneye


6) Papirüs dergisinde yazdığı bir yazıda Ahmed Arif’in şiirleri için, “Türkü söyleyerek çarpışan, yaralıyken de, arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı ihmal etmeyen bir gerillanın şiiridir” diyen şairimiz kimdir? 
a-Can Yücel
b-Ataol Behramoğlu
c-Cemal Süreya
d-Nazım Hikmet


7) “Maviye, Maviye çalar gözlerin, Yangın mavisine” diye başlayan, Ahmet Kaya’nın bestelediği şiiri hangisidir? 
a-Ay Karanlık
b-Unutamadığım
c-Leylim Leylim
d-Karanfil Sokağı


8) Ölümünden on iki yıl sonra yayımlanan, çeşitli dergilerde yayımlanmış şiirlerinin yanı sıra şairin el yazıları ve çeşitli fotoğraflarının yer aldığı ikinci şiir kitabının adı nedir? 
a-Tutuklu
b-Kalbim Dinamit Kuyusu
c-Rüstemo
d-Yurdum Benim Şahdamarım


9) Şiirlerinden hangisi bestelenmemiştir? 
a-Otuz Üç Kurşun
b-Vay Kurban
c-Karanfil Sokağı
d-İçerde


10) 2006’da ODTÜ Heykel Yarışması’nda Birincilik Ödülü alan, heykeltıraş oğlunun adı nedir? 
a-Filinta
b-Nazif
c-Adil
d-Arif


Cevap Anahtarı: 1-c, 2-d, 3-a, 4-b, 5-c, 6-c, 7-a, 8-d, 9-c, 10-a. 0-3 doğru: Bu değerli şairimizi ve şiirlerini daha yakından tanımanız gerekir. 4-7 doğru: Ahmed Arif’in hem şiirlerinin hem de hayatının içine biraz daha girdiniz mi olur bu iş! 8-10 doğru: Gerçek bir Ahmed Arif hayranı olduğunuz ve şiirlerini özümsediğiniz için sizi tebrik ederiz. Testi hazırlayan Salih Koçhan.

18 Kasım 2011 Cuma

Merhaba...
yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
yitirmiş öpücükleri,
payı yok, apansız inen akşamlardan,
bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,
seni anlatabilsem seni...
yokluğun, cehennemin öbür adıdır
üşüyorum, kapama gözlerini...

Ahmed Arif,
Hasretinden Prangalar Eskittim

28 Temmuz 2011 Perşembe

Ülkü Tamer'in Ahmed Arif'le ilgili anısı...

"Ahmed Arif en sevdiğim şairlerden biri. İnsan olarak da inanılmaz derecede sıcak bir dosttu" diyor Ülkü Tamer. Muzaffer Erdost’la bazı geceler 12’den sonra bir karpuz alıp onu gece sekreteri olarak çalıştığı gazete de ziyarete gider, saatlerce çene çalardık. Kahkahalar atarak sık sık anlattığı bir olayı hiç unutmadım: Diyarbakır’dan Ankara’ya gitmiş. Annesi memlekette. Komşu kadınlar boyuna övünürmüş: "Benim oğlum İstanbul’a gitti, memur oldu." "Benim oğlum İzmir’e gitti, bankacı oldu." Ahmed Arif’in annesi durur mu, o da başlarmış övünmeye: "Benim oğlum da Ankara’ya gitti, komünist oldu." "Ne bilsin anam!" derdi Ahmed Arif "Komünistliği de mühendislik, doktorluk gibi meslek sanıyor...

2 Haziran 2011 Perşembe

Namus işçisi

Ölümünün yirminci yıldönümünde, büyük ozan Ahmed Arif'i anıyoruz. Asaf Güven Aksel'in kaleminden...

“Cemo Can”a diyor ki bir mektubunda, hani Papirüs’ün, kapağında fotoğrafı olan şair özel sayılarından birinde yer alacak diye, “Sevgili cemo” diyor, “kapak için kullanacağın fotoğrafımı öyle suratımın yarısını kapkara boyamadan, aydınlık ve alnımın olanca aklığını belirtecek şekilde klişeye vermeni rica ederim. Ayrıca yüzümdeki Diyarbekir Çıbanı da olduğu gibi çıkmalıdır.” 1969’un baskı tekniğinde, üstelik kıt kanaat yayınlanan bir derginin kapağında, bu isteğinin yerine getirilmesi meşakkatli bir iş olsa da, elimizde kendi ifadesinden bir Ahmed Arif tanımı var artık. Aydınlık, alnı ak, Diyarbekir çıbanlı...

Özel isim olarak yazmış yüzündeki izi. Diyarbekir Çıbanı. Bir gölge karanlığı düşmesin yüzüne ki, görülsün iyice. Yıl çıbanı, Halep, Bağdat, Diyarbakır, Antep çıbanı. Ezcümle, Şark çıbanı... “Dağlarının, dağlarının ardı” çırılçıplak, nazlı, korkunçtur oraların, “leishmania tropica” adını hiç duymamış insanlara, tatarcıklarla, karasineklerle vurulur bu parazitin damgası oralarda... O yüzden, bir başına ve uzaklığın özel adıdır Şark Çıbanı, fıkaralıktan utananların, “atom güllerinin katmer açtığı, şairlerin, bilginlerin dünyalarında” taşımayı sürdürdüğü bir kimlik beyanı.

Oralardan çıkar gelir Ahmed Arif, bir çıban izine isyan gibi. Hep taze bir yaranın kabuğunu koparır, kanatır, irinini dünya âleme gösterir gibi. “Dostuna yarasını gösterir gibi”... Ve aydınlığıyla gelir, alnının aklığıyla.

21 Nisan 1927, Diyarbakır diye geçiyor doğumu kayıtlara. Ölümü, 2 Haziran 1991, Ankara olarak. Bu arada, bin yıllık sözcükleri nasıl oluşturduğu bilinemedi. Tek kitaplı dersek, “Hasretinden Prangalar Eskittim”den bahsetmiş oluruz. Tek kitabı vardı dersek, bir tek başağın bile dargın kalmayacağı bir dünyaya imanından. “Ol kitapta böylece yazılıdır”...

Hasreti, kaburgasının altın parçasına, yarının çocuklarına, yavru serçeye su getiren yılana. Hasreti, hükümdarların, saldırganların, haydutların gölgesiz göçüp gittikleri toprakları yoksul ve namuslu halkın cenneti yapmaya. Prangası, dört yanı puşt zulası düzenin. Prangası, Stradivarius’la, yeşil soğanla törpülenen zincir. Eskitmesi, mısralar çekerek kurşun sıksan geçmez gecelerde, dünyanın en küçük meyhanesinde...

Bir muammadır, ülkemizin en çok okunan şairi olması Ahmed Arif’in. Herkes okuduğu, herkes bildiği için değil muammalığı, hâlâ susmak ve beklemek müthiş olduğundan. Çatal yürek barışa, bayrama hasretini artırdığından. Yastığında gene bir cehennemin baş izi, duvar dibinde üç dal gece sefâsı, üç dal hercaî menekşeyle ağlamaklı bahçeler... “Ölüm, böyle altı okka koymaz adama”... Ama biz, konumuza dönelim.

Ahmed Arif, 1968’de 19 şiirinin yer aldığı tek kitabını çıkardıktan sonra, şiirden kopmadıysa da, kendi eliyle bir yenisini yayınlamadı. “Tek kitapla peygamber olunuyor da, şair olunmaz mı” dediği rivayet edilirse de, sanki bunun altında bir başka şey, bir üstüne çıkmak için ihtiyaç duymayı bekleme var gibidir. Deyim yerindeyse, “rest çekmiş”tir, “gördüm” diyen olmamıştır.

Benzer çalışmalar arasından örneklersek, “Karanfil ve Pranga”da Ahmet Oktay’ın eleştirel yaklaşımlarının ve çözümlemelerinin taşıdığı yüksek doğruluk payı, gelip dayandığı noktada reel-yaşamı reddeden ve tarih yapıcılığı üstlenen bireyin kitle adına konuşması ve onu olmadığı bir konumda görmesiyle zedeleniyor Ahmed Arif şiirine bakınca. Bu daha çok, bir siyasal duruşun eleştirisi anlamı taşıyor. Ve Oktay’ı buna iten, bir önceki paragrafta değindiğimiz, şiirin, yaygın olarak toplumca benimsenmesiyle, bunun sosyal etkisinin, daha doğrusu karşılığının görülmesi arasındaki açık makas. Sözünü ettiğimiz “rest”in üzerine çıkma ihtiyacı duymayışı da bununla bağlantılandırırsak, belki genel bir şiire üstlenebileceğinin çok üzerinde işlev atfetme olacaktır karşımıza çıkan. Bütün Ahmed Arif eleştirilerinde!

“Bir yiğit, şairse, üstelik bir de devrimciyse elbette yaşadığını yazar. ‘Yaşadığı’ ise salt kendi ömrü değil, yaşama kavgası ve savdasıyla, acıları, ağıtları, türküleriyle bir yanı geçmiş yüzyılların karanlığına, bir yanı geleceğin aydın sonsuzluğuna uzanan halkın ta kendisi olacaktır.”

Temel tanımı, “yiğit” Ahmed Arif’in. Siyasal bir duruşun, halk kültüründeki mistifikasyonla, yabancı bir kavramla buluşması ve başat öğe oluşu, bütün bir Ahmed Arif şiirinin izleği olabilir ve bu “eldelik”ten hareketle çok şey söylenebilir, nitekim, söylenmiştir de.

“Bazı şiirlerim, kitabım yayınlanmadan çok önce Kürtçe ve Zazacaya çevrilerek elden ele köylere kadar yayıldı. Böylece dağlarda şu ya da bu nedenle kaçak dolaşan yiğitlerin donatım ve pusatları arasına bir ‘Otuz Üç Kurşun’un, bir ‘Adiloş Bebenin Ninnisi’nin de katılması beni çok duygulandırdı. Kitabım çıktıktan sonra günlük ekmek parasından kesip onu alan binlerce yurttaşımın özellikle Doğu mitinglerinde şiirlerim okunurken ‘He kurban he’ diye nağra atıp yüreğini ortaya koymasını saygıyla anacağım.”

DTCF’de felsefe eğitimi almış Ahmed Arif. “Dicle kenarına kilim götüren, ağıtlar çocuğu”, coşkusunu, feryadını dile getirirken, kelimelerine bu “alaşım”ı elbet yansıtacak ve karşımıza o dizeleri çıkartacaktır. “Küçük burjuvazinin sezgiden yoksun ve diyalektik yöntemden habersiz eleştirmenleri”nin yergilerini, alkışlarına yeğ tutuşu bundandır. Onlarca övülmek, onun gibi bir “Dağlı” için yakışıksız bir lükstür.

Görülüyor ki, şiirine nasıl yaklaşılırsa yaklaşılsın, Ahmed Arif, “aşiret töresindeki yiğitlik zagonu”yla “devrimci bilinci” söyleminden ibaret tutmayan, yaşantısının ta kendisi kılan bir açık alın, bir Şark çıbanıdır. “Malum, ben öyle derin bir aydın değilim. İlkelim! Ama asla onursuzluğa yönelmeyecek, halkını ve hele misyonunu asla unutmayacak bir ilkel!” Bu “ilkel”liktir belki, Ahmed Arif şiirini içimize işleten. Hem, katline de sebep.

Şehveti iki yaşında tatmış, sonra hep doruğuna çıkmış. Türkünün “bacısı güzele kardaş olaydım” mısrasıyla sarhoş olmuş. Bunu almış, “üşüyorum, kapama gözlerini”ye evirmiş, cellad kemendi sıktıkça geceye kan yerine akan, canının gizlisindeki bir cana sevdaya aktarmış. Aşkı da kavgayı da doruğunda yaşamış, doruğunda dizeleştirmiş bir ilkel, bir yüzü aydınlık adam.

Biyografisinde, gördüğü işkence sahnelerine genişçe yer verilmesini istemiş Cemal Süreya’dan. O zaman biz de bunu yerine getirmiş olalım. Kâh karanfil kokan, kâh zehir-zıkkım cigarasıyla, toprağının altın sabrı, kız saçı tütünle yatmış mahpuslarda, volta atmış maltada birinin söylediği Kürdün Gelini’ni dinleyerek, unutmuş dudakları öpmeyi, ama direnmiş. İşte söyledik. İstediği genişlikte olmadıysa da, işkence denilmediyse de. Devrimciliği dondurma yalamak zanneden türediler, parmağı taşa değmemişler, şimdiye kadar ibret almamışlarsa, ne desek “çifayda”!

Suratında tek kara gölge olmayan, alnı açık, Diyarbekir Çıbanı, ç’si büyük. “Mandaların, kavakların pazarı olur, senin pazarın olamaz.” Pazarı olamaz! O yüzden, hallarını aynen yazmıştır, ağaçsız kuşsuz, gölgesiz, bir başına, üryan Anadolu’nun. Gergef yapmıştır şiirini, kasnak tutmuştur, dokumuştur kilimi, işlemiştir nakışı, korkusuz, kül elenmemiş.

Ahmed Arif şiirinde, belki Ayşe, belki Elif, muhakkak Nazif, Adiloş, karınlarındaki sözleri dile döker; koyar postasını şifre buyurmuş paşalara fıkaralar, umutsuzlar. “Sen getir üstünü” vasiyetidir, saçlara kan gülleriyle birlikte iliştirilen. İyi çocuklara, kahramanlara anlatmak gerekmez bir yara izinin macerasını... Onlar, felsefedir kusursuz, alır yetimin hakkını, buyurur kitabınca bir gün. Ol sevdâ böyledir çünkü.