Bir şairin bu isimlerin şiirinin etkisine kapılıp gitmemesi olanaksız. Ahmed Arif hepsiyle de arkadaş üstelik.
Abidin Dino’nun evinde Yaşar Kemal, Güzin Dino, Sabahattin Eyüboğlu, Oktay Rifat gibi edebiyatın önemli isimleri her hafta toplanıyorlar. Ahmed Arif de genç bir felsefe öğrencisi olarak orada.
Orhan Veli ile Ulus’tan Kızılay’a, Kızılay’dan Ulus’a “payton” gezintileri yapıyorlar, nal sesleri eşliğinde şiir konuşuyorlar. Orhan veli’ye şiirlerini okuyor "payton"da. Cahit Sıtkı da en yakın dostu. “Otuzüç Kurşun”u, “Karanfil Sokağı”nı defalarca okutuyor Ahmed Arif’e. Her keresinde “hügür hüngür” ağlıyor!
Nusret Hızır da içki arkadaşı. Ahmed Arif her okuyuşunda “gözlerinden böyle ipil ipil yaş dökülürdü!” Şiir ve şairin var olabilmesi için zor yıllar. Şiirin kendi sorunlarının tartışılması yok, yani şiir poetika’sı diye bir kavram yok. Ahmed Arif böyle bir ortamda “Zulüm”, “Zindan”, “Hasret”, “Kahpe”, “Kurşun”, “Vay kurban” gibi bugün herkesin burun kıvırabileceği sözcüklere -ki o zaman da burun kıvıranlar vardı- güçlü bir imge özelliği kazandırmayı başarıyor.
Ahmed Arif bu cangılda kuruyor şiirini. Gümbür gümbür bir şiir boy verip sarıyor Türk Edebiyatını. Sanılanın tersine “toplumcu/gerçekçi” bir şair değil Ahmed Arif.
Yazar dostu Adnan Binyazar’ın deyimiyle “öfkenin” ama “inceliklerin” şairi! Tanpınar’a, Necatigil’e, Cahit Sıtkı’ya yakın daha çok. Baudelaire, Valery en çok sevdiği şairler…
Ama bir yanılgı var ki daha beter!
Türk şiirinin bu ölümsüz şairini (şiirlerini Türkçe yazdığı için bunu belirtmek zorundayız) “kan/soy” önemsemesiyle “Kürt şairi”ne indirgiyorlar. Refik Durbaş 16-17 Ocak 1990 tarihleri arasında onunla çok önemli bir konuşma yapıyor.
Orada, Ahmed Arif’in kim olduğunu kendi ağzından okuyalım: “Çok iyi hatırlıyorum. Biz oyun oynuyoruz, üç tane adam bahse girmişler. Üç adam ama biri Arap, biri Kürt, biri de Zaza. Biri diyor ki beni göstererek, ‘Bu çocuk Arap.’ Öteki diyor ki: ‘Yok yahu, bu çocuk Kürt.’ Üçüncüsü ‘Bu, ne Arap, ne Kürt. Bu çocuk Zaza.’ diyor. Biz oynuyoruz, onlar konuşmalarımızı dinliyorlar herhalde. Aralarında anlaşamayınca bir esnafa soruyorlar, ‘Bu çocuk nedir?’ diye… Esnaf ‘Üçünüz de yanılıyorsunuz” diyor. ‘Bu çocuk Türk.” (Refik Durbaş, Ahmed Arif Anlatıyor, Cem Yayınevi, İst.1990, s. 7-8)
“Kalbim Dinamit Kuyusu” adıyla kitaplaştırılan bu konuşmada daha ilk soruda Ahmed Arif bu öyküyü anlatmaya gereksinim duyuyor. Ama belki de bazı tartışmalara son vermek için bizim de anımsatmamızda yarar var: “Diyarbakır'da doğdum. Beş yaşına kadar burada kaldım. İlkokulu ve ortaokulu Siverek ve Harran'da okudum. Liseyi ise Afyon Lisesi'nde okudum. Babam Kürt değildi. Babamın ataları Rumeliden Kerkük'e görevli gelmişler. Babamın babası kaymakamlık ve mutasarrıflık yapmış. Ticaretle uğraşmış. Adı Ahmet Hamdi. Onun da babası Mahmut Remzi Paşa. Dedeler arasında başka paşalar da var. Birinin adı da tuhaf: Şatır Paşa... Babam daha askeri okuldayken cepheye, savaşa gönderilmiş. Babamın rütbesi süvari başçavuştu. Sivil hayattaki son görevi Harran'da kaymakamlıktı. (…)
Benim öz anam, yani babamın üçüncü karısı Kürttür. O çağın soylu bir ailesinin tek kızı. Yedi erkek kardeşini ünlü İngiliz casusu Lawrence'in kiralık katilleri öldürmüş. Anam da ben küçükken ölmüş. Benden sonraki kardeşimin doğumunda ikisi de ölmüşler. Anamın babası dedem ünlü bir din bilgini İmam Yahya Abdülkadir'dir. (…)” (s. 11-12.)
“(…) Elbette Oğuz dili egemen olmuştur Anadolu'da. Bütün ömrünce Osmanlı yönetimi Türk'ü hor görmüş, hakaret etmiş, sövüp saymış, süründürmüş, bir tek ağaç dikmemiş, bir karış yol yapmamış. Türk'e bir haysiyet kazandırılmışsa bu haysiyeti kazandıran Mustafa Kemal'dir. Başka kimse değil. Türklüğü kavram olarak, millet olarak bilinçle, ısrarla anan Mustafa Kemal'dir. Atatürk ilkeleri denen de budur önce. Yani emperyalizme ve kapitalizme karşı halktan yana, yurtsever, bağımsız bir düzen. (s. 55)
Görüldüğü gibi Ahmed Arif Türkiye'dir.
Bir şairin soyunu sopunu anlatmak durumunda kalmaktan utanıyorum. Ama ne yazık ki yineleyip vurgulamak zorundayız. Ahmed Arif de zaten şunun için açıklamış: "Anadolu insanının tarihini Babil'e kadar, Sümerler'e, Asurlular'a kadar uzatabiliriz. Hatta daha da öncesine Helenler'e, Truvalılar'a kadar götürebiliriz. Bütün bu kavimler bizim atalarımızdır. Yani bu toprağın üzerinde ne kadar uygarlık kurulmuşsa, yaşamışsa, tarihe göçmüşse, yerin altında kalmışsa bütün bunlar bize kalan mirastır.” (s. 56)
Türk şiirinin bu büyük şairi bir Haziran günü, 2 Haziran 1991’de bir kalp kriziyle göçtü dünyamızdan.